Devletin ikili tehdit algısı/S. Çiftyürek S. Çiftyürek
NEWROZ
Türk rejimi, Kürt/Kürdistan meselesini iki stratejik öğe üzerinden kendisinin varlık yokluk sorunu olarak algılıyor. Bu nedenledir ki Kürt ulusal sorununda ya hiç adım atamıyor ya da oyalıyor.
I - Türk rejimi, Kürt/Kürdistan meselesini iki stratejik öğe üzerinden
kendisinin varlık yokluk sorunu olarak algılıyor. Bu iki temel nedenledir ki
Kürt ulusal sorununda ya hiç adım atamıyor ya da bir adım ileri iki adım geri
misali bocalıyor, oyalıyor. Nedir bu iki stratejik tehdit algısı?
Birincisi; Fransız modelinden de kısmen esinlenerek farklı ulus ve ulusal
azınlıklardan bir ulus (Türk ulusu) yaratma projesidir ki bunu Bülent Ecevit;
“Fransızlar farklı ulus ve halklardan bir Fransız ulusu yarattıklarında sesini
çıkartmayanlar biz aynı şeyi yaptığımızda neden kıyameti koparıyorlar!” diyerek
Avrupalılara çıkışmıştı. Mesele çok açık; Kürt, Laz, Çerkes, Arnavut, Boşnak,
Arap, Çeçen gibi ulus ve azınlıkların katı bir asimilasyon ve ikiz kardeşi
entegrasyonla birlikte aynı süreçte Türkleştirilmeleri hedeflendi ve bu hedefte
epeyce de yol alındı.
Yazılarımda sıkça belirttiğim, “devlet neden savaşı uzattı/uzatıyor”
sorusunun yanıtını da burada, yani farklı halklardan bir ulus yaratma projesinin
gereklerinden aramak gerekir. Öyle ki, asimilasyon ve entegrasyon ile mevcut 81
ilden, “10’u zaten Kürdistan” ise ya da olacaksa, geri kalan “71 ilin ise
Türkistanlılaştırılması” hedefleniyor. Batıya gelen asker cenazeleri üzerinden
Trabzon, Rize, Artvin, Sakarya, Antakya vb. Türkleştirilmesi bu strateji
çerçevesinde geliştirildi ve halende geliştiriliyor.
TC devleti, Kürt halkının ulusal özgürlüğü uğruna yeniden başkaldırısını,
belirlemiş olduğu bu yönelimi bozucu bir hamle olarak görüp stratejik tehdit
olarak algılıyor. Devlet stratejisine göre, Kürtlerin; Türkleştirme projesinin
dışına çıkmaları, aynı zamanda diğer halklar üzerinde de kendi kimliğine dönüş
ve ulusal taleplerini dillendirmede uyarıcı etki yapmaktadır. Devlet aklının
Kürt ulusal özgürlük mücadelesini ciddi bir iç güvenlik tehdidi olarak
algılamasının temelinde bu öğe yatmaktadır. “Kürdüm, Kürtlerin ulusal hakları
vardır” diyorsan, sonrasında ne dersen de, neyi savunursan savun devletin seni
“bölücü” olarak algılamasının temelinde yine aynı iç tehdit algısı yatar! Çünkü
Kürtler, ulusal özgürlük haklarını savunmakla hem kendilerini devletin
hedeflediği Türk kimliğinin dışında şekillendiriyorlar hem de diğer halkları bu
yönde teşvik etmeninde ötesinde adeta onlara “kendiniz olunuz” diyorlar!
Böylelikle Kürtler, Kürt siyaseti öyle ki devlet nezdinde ikili bir “bölücü”
işlevi üstlenmiş oluyorlar!
İkincisi; coğrafik olarak Kürdistan olgusu ise, köklü stratejik bir dış
“tehdit” ya da “karasal” tehdit öğesi olarak algılanıyor. Devlet
jeostratejisinde Kürdistan; “Anadolu ile Azerbaycan ve Orta Asya arasında
Ermenistan’ın varlığı bile ciddi sorun iken, hem daha büyük hem de jeostratejik
açıdan daha önemli yerde bulunan Kürdistan’ın da girmesi demek, Türklerin
Anadolu’da hapsolup sıkışması ve Türkiye’nin stratejik derinliğinin kaybolması”
şeklinde algılanır! Buradan bakıldığında, devletin her halükarda Kürt
meselesini, Kürdistan meselesi olarak algılayıp bunu iç tehdit olduğu kadar
önemli bir dış tehdit olarak da görüyor olması anlaşılır!
Tansu Çiller’in “bir çakıl taşı vermeyiz” söylemi ve Erdoğan’ın son yıllarda
sık, sık “780 km kare vatan toprağı üzerinde bir operasyona asla izin vermeyiz”
beyanlarını bu çerçevede okumak gerekiyor.
İmralı’da Öcalan ve Oslo’da PKK ile görüşmelerde varılan ön anlaşmalar
sonrası devlet ve hükümetin bunları bir kenara bırakmasını, PKK yetkililerinin
“bizi oyalıyorlar” ya da Öcalan’ın “beni taşeron olarak kullanıyorlar”
açıklamalarını; tam anlaşmaya varıldı/varılıyor denilirken haydi sil baştan
sürecin başına geri dönülmesini yine bu çerçevede okumakta yarar var.
Siz ister “Demokratik Cumhuriyet” ya da “Demokratik özerklik” deyin, ister
“AB yerel yönetimler şartı çerçevesinde idari özerklik istiyoruz” deyin, ister
“federasyon ile halkların eşit birliğini hedefliyoruz” deyin, isterse
“bağımsızlık savunuyoruz” deyin; devlet, söyleminize göre değil, Kürt ve
Kürdistan meselesini başlı başına stratejik düzeyde ve öncelikli bir iç ve dış
güvenlik unsuru olarak algılayıp duruşunu belirliyor!
Yine buradan bakıldığında, Türk devletinin Kürt/Kürdistan meselesinde sistem
içi en azından mevcut üniter cumhuriyetin sınırları çerçevesinde soruna bir hal
çaresi bulunacağının zor olacağı, ciddi kırılmalar yaşanmadan özellikle barışçıl
demokratik çözümün çok ama çok sancılı geçeceği söylenebilir.
II – Türkiye, bölgesinde “Batı ile Doğu arasında köprü olma”yı hedeflerken ve
G-20 ile bu misyonu potansiyel olarak üstlenmişken, şimdi ikisinin arasında
sıkışma veya “ya o ya da bu” tercihini yapmak gibi bir açmaza sürükleniyor ki
Kürdistan meselesi burada da belirleyici bir unsur durumunda. Bir yanda,
Müslüman komşuları ve ayrıca Kürdistan meselesinde tarihsel müttefikleri olan,
dahası Kürdistan üzerindeki dörtlü kelepçenin devamında ısrar eden İran, Suriye
ve Irak merkezi devleti, diğer yandan “Hıristiyan Batı bloğu” olarak ABD, AB ve
NATO! Türk devleti işte burada sıkışıyor. Komşularla “sıfır sorun”dan bir anda
eski “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” diskuruna gerilemesi söz konusu
sıkışıklığı, Batı bloğundan yana tercihini yaparak aşmak istediği görülür.
Türk devletinin, İran ile bölgesel hegemonya hesapları yeni değil, yeni olan
son yıllarda TC devleti, İran’ı birçok açıdan dengelemede zorlanıyor. Önce Irak,
sonra Lübnan’da İran bir adım öne geçti, şimdi Suriye üzerinde bölgesel
hegemonya hesapları sürdürülüyor. Bu duruma adım adım yaklaştığı söylenen
nükleer silah yapma kapasitesine ulaşmada eklenirse Türk devleti, bölgede İran’ı
dengelemede daha çok zorlanacaktır. Bunun farkında olan TC devleti çareyi ABD
öncülüğündeki Batı ittifakında görmektedir.
Mübarek ve Bin Ali’nin akıbeti daha da önemlisi önce Saddam’ın sonra
Kaddafi’nin idam ve linç edilmelerinin ardından “sıra sende Esad” denilmesi gibi
gelişmeler, Türkiye’nin, ABD ve NATO ittifakının ipine daha çok sarılmasına yol
açıyor ancak yine de sıkışıyor. Çünkü başta ABD olmak üzere Batı, hem bölge
statüsünün değişiminden yana hem de bu değişim sürecinde Kürtlerin mevcut
sınırları içerisinde de olsa belirli bir statüye kavuşmalarını istiyor. İşte
Türk devletinin Doğu ile Batı arasındaki sıkışmanın tipik halini burada
görebiliriz.
Özellikle de İsrail ile yaşanan sorunlar aşılmazsa bu sıkışıklık
derinleşebilir, dahası İsrail, Kürt meselesinin büyüyerek bölgesel boyut
kazanmasında zayıf da olsa etkisi olabilir.
Belirttiğimiz nedenlerle Türkiye’nin Batı bloğuna ihtiyacı olduğu kadar, ABD
ve Batı bloğunun da Türkiye ‘ye ihtiyacı var. Batı için dün, Türkiye kadar Şah
liderliğindeki İran da kendileri için bölgede bir seçenekti ama çoktandır bu
yok! Mısır; hem birebir Türkiye misyonunu üstlenemez, hem de Batı için Mübarek
sonrası Mısır, belirsiz bir geleceğe doğru gidiyor. Bunlara ABD’nin belirlenen
tarihte Irak’tan çekilmesinin yaratacağı sorunlar eklendiğinde Türkiye’nin, ABD
ve Batı’nın bölge siyasetindeki yerinin güçlendiği söylenebilir. Dahası,
Türkiye’nin Irak işgalinden farklı olarak, Suriye meselesinde sımsıkı ABD ve
Batı ittifakı içerisinde yer alarak ve üstelik en önde koşmaya hazırlanması,
lehine olan Batı desteğini daha da güçlendireceğini hesap ediyor.
Bu koşullarda Türk devleti yeni bir sınır ötesi hareket başlatırken önceki 25
sınır ötesi harekattan farklı olarak neyi hedefliyor?
Hükümet ve ordunun ittifak halinde bu sınır ötesi harekata öncekilerden
farklı bir misyon yükledikleri görülüyor. Bu durum, söylediklerinden çok
söylemediklerinden anlaşılıyor, hükümetin, ulusal medya kurumlarına verdiği
savaş ayarından belli oluyor! Yazılı ve görsel basının patron ve yöneticilerini
toplayan hükümet, Thatcher’in bir zamanlar İRA’ya karşı uyguladığı taktiği
uygulamak istiyor. “Propaganda terörün oksijenidir”den hareketle, basına bundan
böyle olacak olanları “görmeyin, duymayın, dokunmayın” deniliyor. Tabii devlet,
ordu ve hükümet lehine olanları “görün, duyun ve yazın”! Kürt halkı ve örgütlü
yapısının lehine olacak olanları “görmeyin, duymayın, yazmayın” denilmek
isteniyor!
Kısacası Başbakan’ın basınla ama “basına kapalı” gerçekleştirdiği toplantıda,
bugün halklarımızın en önemli sorunu olan Kürt meselesinde, basına “milli çıkar”
temelinde çeki düzen verildi! Bir nevi basının patron ve yöneticilerine dersleri
ince ayar çekilerek öğretildi!
Başbakan Erdoğan, 24 askerin ölümü üzerine alışık mizacının aksine sakindi ve
herkesi aklıselime davet etti. “İntikam” diyen Cumhurbaşkanı’nın aksine, “kim ki
öfkesine hâkim olamaz, kim ki metanetini koruyamaz ise bilmelidir ki terör
örgütü işte o zaman hedefine ulaşır” diyorsa; ya mevcut bölge şartlarını ve
ittifakları lehine görmenin rahatlığı ile konuşuyor ya da İstanbul, İzmir ve
Çukurova gibi metropollerde patlak verecek bir Kürt-Türk çatışmasının altında
herkesin kalacağı tehlikesinin bilinciyle ortamı sakinleştirmek istiyor! Belki
de sınır ötesi harekette beklediği “netice”nin yol açacağı sorunlara karşı
şimdiden bariyer oluşturmak istiyor!
Sonuç olarak; devlet Kürt meselesindeki eski konseptini aşıp yeni bir yönelim
belirlemezse, Kürtlerle birlikte kendisinin de kan ve güç kaybı devam edecektir.
Defalarca anlaşıldı ki ret, inkâr ve silah zoruyla Kürt halkının özgürlük
mücadelesi engellenemez. Bu gerçeğin bir yönüdür ve kanıtlanmıştır.
ETA’yı silah bıraktırmaya götüren esas iki temel gelişme üst üste geldi.
Birincisi, İspanya’nın anayasa ile Bask ve Katalan ülkesini de kapsayan federal
sisteme geçmesi; ikincisi, İspanya’nın AB üyesi olması, yani birlik sorunlu da
olsa, birlik lehine ulus devlet olgusunun aşılmış olması.
Elbette Kürdistan Bask, PKK’de ETA değil! Dahası AB şartlarında değil,
Ortadoğu koşullarında Kürt halkı çözüm arayışında. Bu farklılıklara rağmen
Kürdistan’da da bir mücadele yöntemi olarak silahlı mücadele, siyasetin önünü
açmıyor en azından artık ve hatta çoktandır açmıyor tersine gölgeliyor ve öyle
ki sırtında bir kambura dönüşüyor. Bu da Kürt ulusal demokratik hareketinin
özelde de PKK’nin gerçeğidir ki PKK’de son yıllarda sıkça bu gerçeği dile
getirmektedir! Print  |