İranlı tarihçi Taberi Milletler ve Hükümdarlar Tarihi adlı
eserinde (915) iktidarın niteliğine göre biçimlenen halkın eğilimleri konusunda
şunları kaydetmiştir; iktidarda olan Velid bin Abdülmelik’in büyük binalara,
yazlıklara, işletmelere sahip olduğunu ve O’nun hükümdarlığı döneminde
insanların bir araya geldiklerinde binalar, işletmeler ve köylerinden
bahsettiklerini belirtmiştir. Sonra iş başına gelen Süleyman’ın ise çok sayıda
cariyeye sahip olduğunu ve çokça evlilik yaptığını, sık sık ziyafetler çektiğini
not düşmüştür. O’nun döneminde de halkın cariyelerden, evliliklerden ve
yemeklerden bahsederek, bunlarla meşgul olup övünürlerini belirtmiştir. Ömer bin
Abdülaziz hilafete geçip daha katı bir yönetim oluşturunca halk arasındaki
konuşmaların; “Bu gece Kuran’dan ne ezberleyeceksin? Dün gece teheccüd namazına
kalktın mı? Kuran’ı hatmettin mi?” Gibi soruların sorulup, dini sohbetlerin
edildiğini belirtmiştir.
Tebari’nin tarihe not olarak düştüğü anlatılar, iktidar
(otorite) ve insan (Toplum) ilişkisini göstermesi açısından kayda değer bir
açıklık taşımaktadır. İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı kitabının
yazarı Göran Therborn ise, iktidar ve halk ilişkisinde üç temel ideolojik
seslenme biçimi olduğunu, bu seslenme biçimleriyle iktidarların halka, “neyin
var, neyin iyi ve neyin olanaklı” olduğunu fısıldayıp durduğunu belirtiyor.
Therborn’un belirttiği gibi iktidarlar, halkın neyi önemseyip meşgul olması
gerektiğini, gönül rızasının ve vicdan sınırının boyutunu, öfkelerinin gazabına
uğrayan düşmanlarının kim olduğunu mütemadiyen seslendirir ve ağır ağır ama
şaşmaz bir akıbet olarak yakalarına rozet gibi takmalarını sağlarlar. Tüm
zamanların değişmez yasasıdır bu. Zamanın ve mekanın dışında bir yazgı gibi,
halk yığınlarının payına egemen olanın düdüğünü çalmak düşer. İktidarın
karşısında etkili bir odak oluşmadığı sürece, modern çağın demokratik değerleri,
eşitlik ülküsü oluşturulmuş kabullerin duvarına çarparak tuz buz olurlar ve bir
yanılsama gibi kalırlar.
Geçmişe dair anlatılar tarihin çengelinde asılı çok gerilerde
kalan öyküler değil, an içinde tarihin güncellenmiş hallerini yaşıyoruz. Tarih
mütemadiyen tekerrür ederek, soğuk bir rüzgar gibi yüzümüze çarparken,
egemenlerin fısıltısı da devam ediyor. Güçlü olanın borusunun öttüğü ve egemen
ideolojinin bilinçlerle birlikte ruhları da esir aldığı bu çağ aralığında,
samimiyeti sorgulanır kavramlara tutunarak, ideolojik bir çeper oluşturmak
gayreti nafile bir uğraştır. Daha özlü ve sorumlu yaklaşımlar
gerekiyor.
Ortadoğu hızlı bir şekilde savaş arenasına dönüşürken,
Türkiye’nin cengaver role bürünmesiyle övünen halk kitlesinin sayısı sanırım hiç
de az değildir. Yine kendi yaşam kalitesini etkileyen ücretlerin düşüklüğü ve
zamların yüksekliği konusunda reaksiyonlar gösterseler de hakkı olanı almak
konusunda mücadeleye girmekten ve devlet babaya itiraz etmekten uzak
durmaktadırlar.
Televizyon kanallarının sıcak odalara ölüm haberlerini, soğuk
ceset görüntülerinin taşıdığı şu günlerde, sadece ötekine karşı öfke sesleri
yükseliyor. Oysa toprağa düşen her canlı, toprağı daha bereketli ve müreffeh
yapmıyor, tam tersine akan her damla kan daha büyük öfkeleri mayalıyor. Seferi
marşlar “yeter” çığlıklarını boğuyor. Ölümün soğuk karanlık arka planı, hayatın
yumuşak renklerini bütün saflığıyla öne çıkarması beklenir. Fakat halk kitleleri
ekseri bir çoğunlukla kendi gerçeğinin ve önceliğinin zıddı bir tünele doğru
öfke atının üstünde dörtnala gitmeyi yeğliyorlar. Tavında dövülmüş demir gibi
sert ve ataklar. Gerçekliğin kendisine ve varlık bilincinin özüne aykırı bir
durum yaşanıyor.
Sosyalistler olarak tam da bu noktada, sofistike kavramların
kerametine sırtımızı dönüp, gerçekliğin kendisini yalın haliyle yeniden
düşünmemiz gerekiyor. Mesela güç ilişkisi meselesidir. Sistemin karşısında
nitelikli bir güç olamayan sosyalistlerle halkın birbirine uzak olmaları güçler
dengesinin diyalektiğine uygun bir durumdur. Tarih bilincimiz halkı kazanmayı
öğütlerken, verili olumsuz nedenlere sığınmak öğrenilmiş çaresizliktir.
Gerekçelerin hiçbiri mevcut durumu makul görmeye yeterli değildir. Yaslanarak
var olma kolaycılığı mı? Yoksa “gün ola devran döne” beklentisi mi? Hayatı
örgütlemek iddiası olan sosyalistlerin önce kendi güçlerini birleştirmekle işe
başlamaları gerekmiyor mu?