Yazar Yavuz Delal: Halk hem asıldır hem vekildir/Röportaj: Enver ALPŞAR Enver ALPŞAR
NEWROZ
“Hiçbir halk başkasını ne zorla ne de isteyerek vekil kılamaz. Kılarsa patolojik bir durumun oluşması kaçınılmaz olacak ve yeni nesiller bu vekâleti geri almayı isteyecektir.”
Güncel bir soru ile başlayalım: Ortadoğu’da neler oluyor, yaşanan değişimi
nasıl değerlendiriyorsunuz? Küresel ve bölgesel aktörlerin dün Irak bugün Suriye
üzerinden Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme yönelimi hakkında neler söylemek
istersiniz?
Kur’an vahyinde Allah, zulmü asla sevmediğini söyler. Hz. Muhammed’de zulmün
devam etmeyeceğini söyleyerek, zulmün marazi olduğuna dönük, bizim sünnetullah
dediğimiz tabii yasaların kaçınılmazlığına işaret eder. Bu bakımdan en az yarım
asırdır oligarşik veya monarşik sekter diktatöryal Ortadoğu rejimlerinin
egemenlikleri, artık yasaya da uygun olarak halkların da katılımıyla paramparça
edildi ve edilmeye devam ediliyor. Öncelikle Ortadoğu’da olan şey açık ve katı
zulümle ilgili sünnetullah dediğimiz tabii yasanın işlemesidir. Olayın süreci ve
süreç içerisindeki aktörlerin varlığı ve bunlara ilişkin analizler meselenin
gelişmelerle ilgili boyutudur, Ortadoğu’da olan değişmenin bizatihi kendisiyle
ilgili değildir. Yani zulmü yıkan halk devrimleriyle ve devrimlerin zulme karşı
olma niteliğiyle, devrimleri ve devrimlerin zulme karşı olma niteliğini kontrol
etmeyi arzulayan dünya kapitalizmini ayrı ayrı ele almanın daha doğru olacağını
düşünmekteyim.
Suriye Baas rejimi yakın vadede çöker mi şayet çökerse, İran’da İslam rejimi,
Lübnan’da Hizbullah ne gibi sorunlarla yüzleşebilir?
Suriye’de olan şey diğer yerlerde olduğu gibi tüm Suriye’de olmaktadır. Yani
yalnız Suriye’nin bir bölgesinde bir şeyler olmamaktadır. Bu bakımdan denebilir
ki artık ok yaydan çıkmıştır ve Baas rejimi, İran ve Türkiye’nin yıkılmasını
istememesine rağmen pek uzak olmayan bir gelecekte muadillerinin akıbetiyle
karşılaşacaktır. Suriye çöktüğünde ki bunu bir Müslüman olarak da ummaktayım,
İran bölgede en önemli müttefikini yitirmiş ve varsaydığı düşman unsurlarını
yanı başında görmüş olacağını düşünmektedir. Aynı şeyi Lübnan’da Hizbullah da
düşünmekte. İlgili düşüncelerinde ne kadar haklı olduklarını çok sonraları
Ortadoğu’nun ve Suriye’nin alacağı yeni biçimle daha açık olarak görmüş
olacağız. Ama İran ve Hizbullah’ın Baas rejiminin yıkılmasına dair korkularında
çok haklı olduğunu söyleyebiliriz. Bence İran ve Hizbullah’ın yaşadığı ve
yaşayacağı en büyük sorun, var olan ideolojik İslamcı efsunun dağılması ve artık
yeryüzünde yalnızca bir ulus devlet ve bir mezhep örgütü olarak kalakalmaları
olacaktır.
Türk devlet ve hükümeti, Suriye sorununu neden ısrarla esas Kürt/Kürdistan
meselesi üzerinden algılayıp bir “iç sorun” olarak görüyor?
Şöyle diyeyim: Kürtler uzun yıllardır çok zulümler gördü ve zulme karşı
durmaktan vazgeçmediler. Bunun için büyük bedeller ödediler. Genel olarak
Kürtlerin zulme karşı koymak için ellerinden geleni yaptıklarını söyleyebiliriz.
Fakat buna karşın şu ya da bu sebeple de olsa tam bir kurtuluşu temin ve tesis
edemediler. Belki bu kadar Kürdî mücadelenin yanına konjonktürün de artık uygun
düşüyor olması ve Suriye’de de konjonktürün açıkça işlevsel olması, sürecin
artık Kürtlerin elde etmek istediklerine hizmet edeceğini göstermektedir. Bu ise
doğal olarak Türkiye’yi ve onu temsil eden Hükümeti kaygılandırmaktadır.
Suriye’deki gelişmeleri, Türkiye’ye ve Türk hükümetine iç meselesi yapan şey, en
temelde Kürt korkusudur. Kürt korkusu; -ki bu korku ancak zalimlere ait bir
korkudur- yani Kürtlerin iradelerine sahip olma, Kürtlerin haklarına sahip olma
korkusudur. İşte Türkiye’nin Kürtlere ilişkin bu korkusu, Türkiye’de olduğu gibi
Suriye ile ilgili sorununun da ta kendisidir.
Genelde ümmetçilik ile milliyetçilik, özelde siyasal İslam ile ezilen
milletler ilişkisi üzerine neler söylemek istersiniz? Bu çerçevede gerek İran
İslam rejimini, gerekse Türkiye’de Milli Görüşün, Kürt halkı ve azınlıklara
bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Genelde ümmetçilik ile milliyetçilik, özelde siyasal İslam ile ezilen
milletler ilişkisi sıklıkla İslamî camia açısından sapla samanın birbirine
karıştırıldığı bir ilişkidir. Uzun açıklama isteyen bir mesele olmakla birlikte
şu kadarını söyleyebilirim: Kürtler eğer ezilen bir toplum olarak kabul
ediliyorsa; Kürtlerin içerisinde bulunduğu durum ne ümmetçilikle ne de
milliyetçilikle izah edilebilecek bir durum değildir. Öyleyse
ümmetçilik-milliyetçilik tartışması, temel bakımdan, temelsiz bir tartışmadır
aslında. Kur’an vahyinde İslam’ın ezilenlerle ilişkisi izaha muhtaç olmayacak
biçimde açıktır. Kur’an vahyi hesapsız ve koşulsuz olarak ezilenlerden yana
olduğunu deklare etmiştir. Buna göre işin doğası İslam’ın ezenlere karşı
olduğunu da işaret eder. Öyleyse sorun ümmetçilik-milliyetçilik tartışmasını
içkin kılacak bir sorun değildir; çünkü sorun temelde bir özgürlük sorunudur.
Ümmetçilik-milliyetçilik tartışması en fazla özgürlüğe ilişkin birer yan söylem
olabilir. Aslında ümmetçilik-milliyetçilik tartışması çoğunlukla özgürlük
gerçeğini ıskalatmaya yaramaktadır. Bu çerçevede baktığımızda Kürtler açısından
mesele ne İran İslam rejiminin ne de Milli Görüş’ün veya Türkiye İslamî
camiasının perspektifiyle izah edilecek durumda değildir. Çünkü -üstelik
ümmetçilik adına- özgürlüğü ayaklar altına alan bizzat bunların kendisidir.
Nasıl oluyor da ümmetçilikle özgürlükçülük çatışabiliyor; bunu kimse izah etmeye
yanaşmamaktadır. Eğer çatışıyorsa demek ki mesele yanlış yerden ele
alınmaktadır. Yani Kürtlerin durumu ümmetçilikle ikincil biçimde alakalıyken
özgürlükle birincil derecede alakalıdır. Dereceler karıştırıldığından doğal ve
neredeyse zorunlu olarak çatışmada kaçınılmaz olmakta. Kısaca İran ve özellikle
Türkiye İslamî çizgisi bunlarla doğru bir ilişki kuramadığından ilgili yaklaşım
biçimleri hatalı olmaktadır.
Kürt/Kürdistan meselesine nasıl bakıyorsunuz? Her halk gibi Kürt halkının da
kendi kaderini tayin etme hakkına ilişkin tutumunuz nedir?
Bu açıkça Kur’an vahyinin emridir. Hiçbir halk kendi vekâletini bir başka
topluma bırakamaz. Halkın kendisi hem asıldır hem vekildir. Hiçbir halk
başkasını ne zorla ne de isteyerek vekil kılamaz. Kılarsa patolojik bir durumun
oluşması kaçınılmaz olacak ve yeni nesiller bu vekâleti geri almayı
isteyecektir. Ama vekalet verilen toplumu azletsen de o toplum bunu kabul
etmeyecek ve çatışma kaçınılmaz olacak. Böyle bir asıl-vekil tartışmasında veya
çatışmasında vekâletini geri isteyen haklıdır ve kendi kaderini belitleme
yetkisini talep etmeli ve onu almalıdır. Kur’an vahyinden bunu rahatlıkla
belirlemek mümkündür. Kısaca Kürtler, kesinlikle egemenlik yetkilerini ve
egemenliklerini kullanma haklarını elde etmelidir. Kürdistan, Kürdistan
ahalisinin egemenliğinde bir mekân olmalıdır.
Genelde İslam dini ve komünizm özelde siyasal İslam ve komünist hareket
birbirine ne kadar yakın ne kadar uzak? Buradan bakarak şoven rejim ve
kapitalist sömürü düzeni karşısında bu iki akımın ortak paydaları neler
olabilir?
Aslında birçok din veya felsefî yaklaşım arasında olduğu gibi İslam ile
komünizm arasında da bir takım benzerlikler dolayısıyla yakınlık bulmak pek
tabii ki mümkün. Fakat ayrılıkların daha anlamlı olduğu da bir gerçek. İnsan,
evren, yaşam ve varoluşla ilgili sorulara çok farklı cevaplar verdiklerini
düşündüğümüzde felsefî anlamda yakının dahi uzak olduğunu görebiliriz. Ancak,
buna karşın, sosyopolitik yaklaşımlar bakımından mesela, şoven rejim ve
kapitalist sömürü düzeni karşısında hiç tereddütsüz birlikte durabilecekleri
zulüm ve sömürüye ilişkin güçlü ortak paydaları bulunmaktadır. Hiç kuşkusuz
İslam’ın ideolojik yanı kapitalizmin ve şovenizmin, faşizmin ve zulmün
düşmanıdır. Mesela 2. Surenin 193. ayetinde “zalimden başkasına düşmanlık
yoktur” diyerek ilgili duruşunu vazıh biçimde ortaya koymuştur. Tıpkı, “Firavun
halkına bir çağrıda bulunarak, Ey kavmim!” dedi, “Mısır'ın hâkimiyeti bana ait
değil mi, bütün bu nehirler benim ayaklarımın altında akmıyor mu, görmüyor
musunuz?” (43/51) diyerek kapitalist varlığın üstünlük hakkı ve dolayısıyla
sömürü hakkı doğurduğunu düşünmesine karşı koyduğu gibi.
Siyasal İslam ve komünistlerin ortak düşmana karşı ortak payda üzerinde
yürümeleri bakımından yaşanmış bir deney olarak İran deneyimini (Şah rejimi
sürecinde ve sonrası yani İran İslam rejimi sürecini) nasıl
değerlendiriyorsunuz?
İyi bir deneyim olmadığı belli, bir takım sözlerin arkasında durulmadığı da
anlaşılıyor. Çünkü söz verip yerine getirmemek İran’ın rejimiyle değil neredeyse
genetiğiyle alakalı bir durum: Kadı Muhammed’i, Ahmet Müftizade’yi, Simko’yu ve
Kasımlo’yu düşündüğümüzde İran’ın vefasızlığının rejimiyle alakalı olmadığını
açıkça görebiliriz. O, bu vefasızlıkları Şah rejimi altındayken de, İslam rejimi
altındayken de hiç çekinmeden yapmıştır.
ABD emperyalizminin, geçmişte Asya kıtasında anti-komünist stratejisi gereği
oluşturduğu “Yeşil Kuşak” stratejisi ve pratiği içerisindeki siyasal İslamı
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ona siyasal İslam denebilir mi? Doğrusu emin değilim. Yeşil kuşağın daha çok
milli-dindar bir kimlikle inşa edildiğini söylemek daha doğru geliyor bana.
“Dindar” deyimi, kanaatimce kapitalist düzenin rahatlıkla kapitalizme asimile
veya entegre edebildiği bir kimliği tanımlamaktadır aslında. O, sadece dindar,
“yani sallabaşını al maaşını” felsefesinin esiri anlamını kazanmış gibi duruyor.
Ve bana kalırsa aslında hiçbir şey ifade etmeyen bir kelimedir “dindar”
kelimesi. Yani, nötrdür; kapitalizme de evrilebilir devrimciliğe de, vesaire…
ABD emperyalizmin ikame ettiği kuşak da böyle dindar bir kuşaktı ve fakat geldi
geçti diyemeyiz çünkü etkin olan hala o tarz bir kuşaktır. İşte T.C’nin hükümeti
böyle “dindar” bir hükümettir ve yaptıkları dinden daha çok kapitalizme ve zulme
hizmet etmektir.
Kapitalist düzen önce mülkiyeti kutsadı ama çok geçmeden işçi, emekçi
kitleleri mülkiyetten kopartarak onları mülksüzleştirdi? Tıpkı önce çalışmayı
kutsayıp sonra işçileri çalışmadan kopartarak kitlesel olarak onları
işsizleştirmesi gibi! İslam ve esas olarak siyasal İslam; doğanın özel mülk
edinilmesine nasıl bakar? Toprağın, suyun ve genelde kamu mülkiyetinin
özelleştirilmesine nasıl bakıyor?
Ortada bir sorun varsa o sorunun mağduru tarafında kesin ve net bir duruş
ortaya koyduğunu bildiğimiz İslam, bu konulara dair özel doktrinler kurmuyor.
Ortada susuzluktan kırılan insanlar mı var? Artık kimse “su kuyusu” benimdir
diyemez; herkesin suyudur artık o su. Eğer mülkiyete karşıysak, özelleştirmeye
de karşıyız demektir. Ama değilsek, özelleştirmenin de kamu adına yapıldığını
düşünürüz. Ama özelleştirmelerin kapitalist sömürüde gerçekleştiğini unutmazsak,
kamu yararının bir hikaye olduğunu da anlarız.
Siyasal İslam saflarında bugün kapitalizmi sorgulayan çıkışlar yapılıyor. Bu
çıkışlar, kapitalist sömürü düzeninin kendisine mi yoksa sadece piyasa
kapitalizminin vahşi sonuçlarına mı karşı?
Beni maruz görün, ama Türkiye’de kapitalist sömürüyle ciddi bir hesaplaşmanın
var olduğunu düşünmek çok zor. Siyasal İslam saflarında bugün kapitalizmi
sorgulayan çıkışlar yapanların, çıkışlarını sürdürmek için bir sonraki Ramazan
ayını beklemeyeceklerini umut edebilirim en fazla. Saygın bir çıkış ve belki de
desteklenmesi gerekir, bununla birlikte ilgili çıkışın öz ve biçim alması zaman
istemekte ve kapitalizme temelde veya sonuçlarda karşı olup da ülke halklarının
diğer temel sorunlarıyla ilişkisiz yürümek düşünülmemelidir.
Sayın Delal, biliyorsunuz kapitalizmin en büyük iki krizinden biri 1872
diğeri 1929 kriziydi. Şimdi üçüncü büyük krizin geldiği-geleceği tartışılıyor.
Her büyük kriz büyük sosyal, siyasal ve ekonomik sonuçlar doğurur. Siz bu kez ne
gibi sonuçlar bekliyorsunuz? Kapitalizme alternatif toplumsal sistem/sistemler
olarak neyi öngörüyorsunuz?
Özellikle Ortadoğu’da ve münhasıran İslam dünyasında ekonomik nedenlerden
dolayı sosyal veya siyasal, halklaşmış bir kitlesel patlamanın geleneğinden
bahsetmemiz neredeyse imkânsız bir şey. Bu bakımdan muhtemel bir ekonomik kriz
yüzünden Türkiye’de herhangi bir sosyopolitik atraksiyonun çıkabileceğini, çıksa
da halklaşabileceğini düşünmüyorum. Mesela yakınlarda İngiltere’de olan
eylemlerin ve yağmalamaların bir benzerini İslam dünyasında bulmak neredeyse
imkansız bir şeydir.
Genelde İslam ve kadın, özel de kadın ve özgürlüğüne ilişkin neler söylemek
istersiniz?
İslam âlimleri arasında kadının özgürlüğüyle ilgili çok şey söyleyenler olmuş
ve halen de olmakta. Bu konuda ciddi bir literatür dahi bulmak mümkün. Fakat
buna mukabil en azından İslam dünyasının geri kalmış bölgelerinde kadının hala
din veya başka bir şey adına köleleştirildiği de bir gerçek. Her felsefe kendi
perspektifinden bir özgür kadın portresi çiziyor. İslam’ında böyle bir hakkı var
tabi, İslam’ın da kendi bakış açısıyla çizilmiş ve fakat yalnız özgür bir kadın
değil, aynı zamanda özgür bir erkek portresi de bulunmaktadır. Fakat bunlar
yeknesak bir teklik içerisinde çizgiler değildir.
Çok teşekkür ederim. Son olarak Newroz Gazetesi okuyucusuna mesajınız!
Ben teşekkür ederim. Kürdistan’a özgü komünist bir gazetenin ve komünist bir
siyasi hareketin bulunmasının Kürt halkının özgürlüğüne ve özgünlüğüne katkı
sağlayacağına inanmaktayım. Gazeteye ve siyasi çalışmaların tümüne başarılar
dilerim.
YAVUZ DELAL KİMDİR?
1969’da Erzurum/Horasan’da doğdum. 1989’da Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’ni okumak üzere geldiğim İstanbul’dan artık ayrılmadım. 1991’de
Kürdistan İslamcı camiasının müstakil olmasını ileri sürerek bulunduğum ortamdan
ayrıldım. 2007’de “Siyer-i Nebi ve Kürtler”, 2008’de “Hz. Musa ve Ezilen Halkın
Ulusal Mücadelesi” ve 2010’da “İnanan Bir Toplum İçin Hz. Musa Örneği” adlı üç
kitap yayımladım. Kürt sorunuyla ilgili kitap ve makale türünden çalışmalarımı
sürdürüyorum. beroj.com, rewsen.com, ufkumuz.com gibi internet sayfalarında
yazılarım yayınlanıyor. Evliyim ve iki çocuğum var. Print  |